5 Mayıs 2024 Pazar

Beykoz'dan Bir Tarihi Eser: Hidiv Kasrı

 Size İstanbul'un belki de gezilecek en önemli gezi noktaları arasında gösterilen bir yapıdan bahsetmek istiyorum. Beykoz ilçesine bağlı Çubuklu Mahallesi sırtlarında bulunan Hidiv Kasrı. Bilmeyenler için  Hidiv'in anlamını söyleyeyim. Belki hepimiz Hidiv kelimesinin ne anlama geldiğini merak etmişizdir. Hidiv Osmanlı İmparatorluğu'nun Mısır valilerine verdiği bir unvandır. Hidivlik makamı diye de isimlendirilmektedir.

Hidiv Kasrı muazzam görüntüsüyle adeta bir sarayı andırmaktadır. Merak edenler için tarihçesi ise şu şekildedir; Osmanlı Devleti'nin Mısır valilerinden en genç yaştaki Abbas Hilmi Paşa'nın 19.yy sonlarına doğru Mısır'daki İngiliz nüfusunu azaltmak ve Osmanlı Devleti'nden destek alabilmek için İstanbul'da kalması şarttı. Bu sebeple 1903 yılında günümüz yılları içerisinde kasrın da bulunduğu iki tane ahşap yalı satın almıştı. Abbas Hilmi Paşa sadece bir süre sonra almış olduğu yalıların arka tarafındaki ağaçlık yamaçlar ve üst düzlüğü kapsayan 270 dönümlük bahçeyi satın aldı. Abbas Hilmi Paşa bu iki ahşap yalıyı yıktırarak yerine 1907 yılında 1000 m² alanda, İtalyan mimar Delfo Seminati'ye, o dönemin modasına uygun Art Nouveau tarzında bir köşk ve İstanbul Boğazı'na bakan bir kule inşa etmesini istedi. Bu yapı, aynı zamanda gerçekleştirildi ta ki İngilizler Mısır'ı işgal edene kadar.

İngilzler Mısır'ı işgal edip ülkeye krallık sistemini getirerek Abbas Hilmi Paşa'nın Hidivlik unvanını da elinden almış oldu. Tahttan düşürülen Abbas Hilmi Paşa bunun üzerine İsviçre'ye yerleşme kararı aldı ve yaşamını bir müddet burada devam etti. Ailesi ise 1937 yılına kadar Hidiv Kasrı'nda kaldı. Aynı sene Hidiv Kasrı İstanbul Belediyesi'ne satıldı.

Hidiv Kasrı sadece tarihçesi ile kalmayıp mimari olarak da olağanüstü bir eserdir. Kasra mimari açıdan baktığınızda daha çok Osmanlı mimarisinin dışında batı tarzında (Art Nouveau) yapılmıştır. Ana girişin ortasında mermerden gayet de ihtişamlı ve anıtsal şekilde yapılmış bir çeşme göze çarpmaktadır. Tavanı çatıya kadar yükselir ve vitrayla kaplanmıştır. Kasrın içerisinde çeşitli yerlerinde zarif çeşme ve havuzlar bulunmaktadır. Bina plan olarak, salonlar arasındaki bağlantılar aracılığı ile havuzun etrafında bir daire çizmektedir. Bu daire sadece giriş holü tarafından kesilmektedir. Ayrıca holün içerisinde bulunan tarihi bir asansör dikkat çeken detaylar arasında yer alır. Kasrın üst katında ise özel odalar vardır.

Lakin bu eser bakımsız kalınca 1984 yılında Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu adına Çelik Gülersoy tarafından restore edilerek bir süre otel olarak hizmet verdi. 1994'e kadar 10 yıl boyunca otel olarak hizmet veren Hidiv Kasrı 1994-1996 yılları arasında yeniden restore edilerek 1996 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yan kuruluşu olan Beltur'a devredildi. 

Kasrı size kendi gözlemlerimle kısa bir özet yaparak anlatayım. Ben bugün kasrın içerisine girmek istedim ama maalesef kasrın inşaatının daha bitmemiş olduğunu gördüm. Sadece dışarıdan fotoğraf çekilmekle yetindim. Karşısında yukarıda bahsetmiş olduğum Beltur var. Çayınızı ve kahvenizi uygun fiyata içebiliyorsunuz. Acıktıysanız da menüden tost ve sandviç çeşitleri, tatlı gibi benzer yiyecekler söyleyebilirsiniz. Hidiv Kasrı içerisinde yürüyüş yolu, spor aletleri gibi birçok aktiviteden faydalanmanız mümkün. Düğün fotoğrafları için de gayet uygun bir yer. Yol olarak da gayet kolay araba ile gelecekseniz Fatih Sultan Mehmet köprüsünü geçer geçmez Kavacık sapağından çıkınca Hidiv Kasrı yazan tabelaları takip etmeniz yeterli olacaktır. Bilmeyenler ve daha önce gitmemiş olanlar yine Fatih Sultan Mehmet köprüsüne gelir gelmez navigasyona Hidiv Kasrı yazarak gelirseniz bulmanız çok daha kolay olur benden söylemesi. Özel aracınız yoksa tramvay ve metroya binerek Yenikapı'dan Marmaray'la Üsküdar durağına aktarma yaptıktan sonra otobüslerin kalktığı yere giderek otobüsle de rahat bir şekilde ulaşabilirsiniz.

Üsküdar'dan gelenler 15E otobüsüne binerek Hidiv Kasrı durağına iner inmez Hidiv Kasrı'na ulaşabilir. Yine aynı mevkide 15P otobüsüne binerek bu kez Beykoz Sahil Boyu durağında indiğiniz zaman Hidiv Kasrı'na rahatça ulaşabileceksiniz.

Kadıköy'den gelenler 15F Kadıköy-Beykoz otobüsüne binerek yine aynı durakta (Beykoz Sahil Boyu) inip Hidiv Kasrı'na çok rahat ulaşabilir.

Mecidiyeköy'den gelenler metrobüsten iner inmez 121A Mecidiyeköy-Beykoz otobüsüne aktarma yaptıktan sonra yine aynı durakta (Beykoz Sahil Boyu) inerek Hidiv Kasrı'na rahatça ulaşabilir.

1 Ekim 2020 Perşembe

Karadeniz'de Bir Akdeniz Kenti: Batum


 Batum, Gürcistan'ın Özerk Cumhuriyeti Acara'nın başkenti olan Karadeniz kıyısındaki önemli liman kentlerinden bir tanesidir. Nüfusu 2013 yılı itibariyle 190.000 olan kent, bir liman ve ticaret merkezi olarak hizmetini sürdürmektedir. Subtropikal bir bölgede olan Batum özellikle de narenciye ve çay gibi tarım ürünleri bakımından da zengindir.

Batum kentinin tarih dönemine baktığımız zaman kent hakkındaki ilk bilgiler M.Ö. 4.yüzyılda Yunan filozof Aristoteles'in eserinde karşımıza çıkmıştır. Karadeniz kıyısında, Kolkheti’de (Egrisi) “Batusi” adında bir şehirden söz ediliyordu. Romalı yazar Flavius ve Yunan coğrafyacı Flavius Arrianus da Batum’u aynı isimle tanıtıyordu. "Batusi" Yunanca'da derin anlamına gelmektedir ve az önce de dediğim gibi Karadeniz kıyısında Kırım Yarımadası'nda yer alan Sivastopol şehrinden sonra en derin ve elverişli liman konumundadır.

Batum özellikle de Türk turistlerin ilgisini çeken kentler arasında yer alır. Neyse gittiğim yerlerden de bahsedeceğim için çok fazla detaya girmeyeceğimi buradan belirtmek istiyorum. Ben size kendi izlenimlerimden bahsedeceğim.

2 yıl önce gittiğim Karadeniz turunda Artvin-Hopa'da verdiğimiz yemek molasının ardından otobüsümüze binerek yine aynı ilçede yer alan ve Gürcistan'ın başlangıç noktası olan Sarp Sınır Kapısı'na ulaştık. Sarp Sınır Kapısı'na otobüs ya da özel aracınızla gittiğiniz zaman kolay kolay geçiş yapamıyorsunuz. Asıl problem ise ülkeye geçiş sırasında gişelerde başlıyor. Bir de bayram arefesi yoğunluğu olduğu için kalabalığın daha da arttığını zaten hissedeceksiniz. Neyse, yaşadığımız sorunun ardından Karadeniz'in Akdeniz'i diye adlandırılan Batum gezimiz böylece başlamış oldu.

 Benim Batum turu sırasında gözüme en çok çarpan mekansa Piazza Meydanı ya da İngilizce'deki tabiriyle Piazza Square oldu. Daha çok konferans ve konser gibi etkinlikler için kullanılan meydanın orta kısmında bulunan yere döşenmiş mozaikler dikkat çekicidir. Mimari özellikle dikkat çeken meydan tipik bir İtalyan havası vermektedir. Burayı gezerken de kendinizi Piazza'dan ziyade İtalya'ya gitmiş gibi hissediyorsunuz. Ayrıca mola için meydanın içerisinde birçok kafe var. Gezi sırasında çok yorgunsanız eğer bir kahve içerek yorgunluğunuzu üzerinizden rahatça atabilirsiniz.

 

 Piazza Meydanı – Batum Turu

 

Benim ailemle oturduğum kafede tam wifi ararken masada bir internet şifresi olduğunu gördüm ve şifreyi hemen girdim. Adamlar çok akıllıca bir yöntem kullanarak wifi şifresini masanın altına koymuşlar. Ee işi biliyorlar sonuçta. Keşke bizim ülkemizdeki kafelerde de öyle birşey olsa. En azından garsonları meşgul etmezdik.

Batum'da gözüme çarpan ikinci yer ise Tiyatro Meydanı'nda yer alan Posedion Heykeli oldu. Hristiyanlığın başlagıcı sayılan Yunan Tanrılarından biri olan Poseidon Heykeli'nin hikayesi ise şu şekildedir: en tepede mızrağıyla birlikte denizler Tanrısı Poseidon, onun altında su veya meyve taşıyan masumiyetin simgesi çocuklar, onların altında ise bolluk ve bereket simgesi kadınlar vardır.

 

Poseidon Heykeli, Batum

 Aynı şehirde gözüme çarpan 3.heykel ise Ali ve Nino heykeli oldu. Batum Limanı'nın yakınlarında bulunan 7 metrelik bu heykel Azeri genci Ali ve Gürcü prenses Nino'nun trajik aşkını işlemektedir. Aynı zamanda "Aşk Heykeli" adıyla da bilinmektedir. Heykel: Amerika’da yaşayan heykeltıraş Tamara Kvesitadze’nin, Azeri yazar Kurban Said’in, Azerbaycanlı genç ile Gürcü kız arasındaki aşkı anlattığı “Ali ve Nino” öyküsünden esinlenerek yapılmıştır. Heykelin tamamı çelikten olup özellikle de gece muhteşem bir görüntüye sahiptir. Buraya Gürcü gecesinden dönüşte uğramıştık ve özellikle de ışıklarla da aydınlatılmıştı. O kadar müthişti ki "Anlatılmaz yaşanır" diyeceğiniz türdendi.

Trajik Bir Aşk Hikayesini Sembolize Eden Ali ve Nino Kinetik Heykeli -  onedio.com

 

 

 


4 Ocak 2020 Cumartesi

NAZIM HİKMET

20.yüzyılın en önemli şairlerinden biri olan Nazım Hikmet ülkemizde kitabı en çok yazılan şairlerimizden biri desek yanlış olmaz. Subay olarak başladığı hayatına yazar olarak devam etmiştir. Akıllara ve kalplere kazınan pek çok dizesinin yanı sıra özgür ruhu, düşünceleri, hayata adamış olduğu görüşleri, aşklarıyla da sadece yaşadığı dönemde değil, sonrasında da dikkat çekmeyi başarmıştır.

Ünlü şair Nazım Hikmet 21 Haziran 1934'te kabul edilen Soyadı Kanunu'ndan sonra tam adı Nazım Hikmet Ran olarak değiştirilmiştir. Nazım Hikmet Ran Memur Hikmet Bey ile eğitimci Enver Paşa'nın kızı Celile Hanım'ın çocuğu olarak Selanik'te dünyaya gelmiştir. Pek çok kaynaktan edinilen bilgiye göre doğum tarihi 1901 yılının son günü olsa bile bir yaş büyük görünmemesi için 1902 yılında Ocak ayının 15'inde nüfusa kaydettirilmiştir.

 1917 yılında Bahriye Mektebi'ne kaydolan Nazım Hikmet subay olarak başladığı askerlik görevine geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle askerliği bırakmak zorunda kalmıştır. Bir yandan dedesi Nazım Bey gibi şiirler yazmayı sürdürürken diğer yandan da ülkenin içinde bulunduğu çalkantılara arkasını dönmemiş ve milli mücadeleye katılmıştır. Kendisi gibi şair olan Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve Vala Nureddin ile beraber hayalini kurdukları yeni bir dünya yaratabilmek için "Yeni Dünya" isimli vapurla İnebolu'ya geçmişlerdir. Vala Nureddin ile beraber bağımsızlık merkezinin merkezi olan Ankara'ya devam eden şair öte yandan şair yanını da devam ettirmiş, direnişe destek amacıyla birlikte yazdıkları şiir beğeni alınca Bolu'ya öğretmen olarak atanmışlardır. Muhafazakar kesimin dikkatini çekmesi ise çok uzun sürmez ve öğretmenlik kariyerleri kısa bir süre sonra biter.

Nazım Hikmet için yıllar artık inandıklarının peşinden koşmaya başladığı yıllardır. Önce Batum'a sonra da Moskova'ya giden şair artık gerçekten hayatına yön verecek değişimler yaşamaya başlamıştır. Üniversite hayatının haricinde Moskova'da geçen günlerinde hem siyasi hem de sanatsal açıdan farklı deneyimler edinir. Memleketine olan sevdasından hiç vazgeçmeyen şair Türkiye'ye dönme kararı almıştır. 

Aydınlık dergisinde yazdığı yazılar nedeniyle hapis cezasına çarptırılan yazar için karanlık günler bundan sonra başlamıştır. Yazdığı yazılar yayınlanmasa bile o yazmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Serbest kalması için yükselen sesler ve eylemler yetersiz kalmıştır. Bu eylemler sadece yurt içiyle sınırlı olmayıp yurt dışından da destek görmüştür. Uluslararası Hukukçular Derneği gibi önemli kurumlardan gerekse de sanatçılardan da destek görmüştür. Tüm bu girişimler sonuçsuz kalınca açlık grevine başlamıştır. Sağlık problemleri gibi önemli sorunlardan sonra nihayet umutlu bir haber gelmiş ve özgürlüğüne kavuşmuştur.

Kalp krizi nedeniyle hayata gözlerini 3 Haziran 1963 tarihinde yuman Nazım Hikmet'in cenazesi Rusya'nın başkenti Moskova'daki Novodeviçiy Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir.

Nazım Hikmet ardında bir sürü kitap,roman ve şiir bırakmıştır. Hatta, Edip Akbayram ve Leman Sam O'nun adına "Nazım Hikmet Memleket" isimli bir şarkı da yorumlamışlardır.

Ölümünün sonra şiirlerinin birçoğu "Cem Karaca, Fikret Kızılok, Fuat Saka, Ezginin Günlüğü, Zülfü Livaneli, Volkan Konak" gibi  pek çok sanatçı tarafından kendilerine özgü bir yorumla bestelenmiştir.

2008’in ilk günlerinde, Piraye’nin torunu Kenan Bengü, Piraye’nin sakladığı hatıralar arasında “Dört Güvercin” adlı şiirini ve tamamlanmamış 3 adet roman taslağını bulmuştur. Piraye, aşkının emeği üzerine her şeyi özenle saklamıştır

Ve kalbine geçiremediği sözlerle, Piraye'siyle, Vera'sıyla, aşkla vücut bulan bir Nazım Hikmet geçti bu dünyadan…
İyi ki…

Son olarak da şunu da belirteyim; Nazım Hikmet'i sadece okumak yetmez aynı zamanda  anlamak da gerekir. Nur içinde yat Mavi Gözlü Dev.


 

17 Eylül 2019 Salı

Salda'yı Keşfetmek






Size Cumartesi günü gezisine gideceğim Salda Gölü'nden bahsedeceğim. Yalnız şunu söyleyeyim; hala gitmemiş olanlar ve gelecek yaz gitmek isteyenler için Salda Gölü ana arterler üzerinde yer almayıp göl kıyısına toplu taşıma araçları ya da şehirlerarası otobüsle ulaşmak neredeyse imkansız. O yüzden gideceklerin kendi araçlarıyla gelmelerini tavsiye ediyorum.


İstanbul'dan 7 saat gibi bir uzaklıkta konumlanan Salda Gölü bembeyaz kumsalı cam gibi turkuvaz mavisi suyu ile Türkiye'nin Maldivleri olarak da bilinmektedir. 184 metreye kadar varan derinliğiyle Türkiye'nin en derin tatlı su gölü unvanını almıştır. Türkiye'nin en temiz 5. gölü olmakla beraber suyu bir o kadar da berraktır. Rengi ise Maldivler ile yarışmaktadır. Kumu da rengi gibi adeta yine Maldivlerle rekabet göstermektedir. Bu gölün çevresini cennet yapan da aslında talk pudrası kıyılarından ibarettir. Ona beyaz rengi veren de magnezyum minerali denilen maddedir. Gölde uzun süre bir şey bıraktığınızda zaman geçtikçe beyaz bir tabaka ortaya çıkıyor, bu da gölün hala magnezit ürettiğinin kanıtı olarak kayda geçiyor.

Çevresindeki alan sadece Salda Gölü’ne özgü endemik bitki ve hayvan türlerine sahip. Göl içinde 3 endemik tatlı su balığı, göl çevresinde ise yaban domuzu, tilki, kaplumbağaların değişik cinsleri var. Burası, kışın da soyu tükenmekte olan dikkuyruk ördeklerinin yaşam alanı oluyor. Tektonik olarak bir krater gölü olan Salda Gölü suyu soda olup, magnezyum açısından da çok zengindir. Zaten eşsiz beyaz kumsalının sırrı da yine magnezyumdan ibarettir. Sağlık açısından özellikle cilde iyi geldiği bilinmektedir. Birazdan bu çamurun faydasını anlatacağım.

Kumu da killi bir yapıya sahip olduğundan çamur banyosuna müsaittir. Şimdi bu çamurun nelere iyi geldiğinden bahsedeyim; Bu çamur özellikle sivilceler, eklem hastalıkları ve cilt hastalıklarına iyi gelmektedir. 

Etrafındaki müsait alanla tüm Türkiye'den kampçıların, karavancıların, bisikletçilerin en popüler noktalarından biri olmuştur. Salda Gölü sosyal medya sayesinde turizm alanı ilan edilmiştir. Bunu duyan tur şirketleri her yıl Salda'ya turlar düzenleyerek turizme büyük bir katkı sağlamıştır.

24 Ocak 2019 Perşembe

Anadolu'da Yöresel Mutfak Kültürü

Uzun bir aradan sonra tekrar sizlerleyim. Bugün sizlere Anadolu'daki yöresel mutfak kültürünü çıktığım geziler üzerinden ve gittiğim bir restoran üzerinden anlatacağım.

Misal Karadeniz Mufağı. Karadeniz'e gittiğiniz zaman Akçaabat Köftesi, Terme ve Bafra Pidesi, Mıhlama, Laz Böreği gibi lezzetlerle karşılaşabiliyorsunuz. Karadeniz turuna gitmiş olanlar bu lezzetleri tatmıştır diye düşünüyorum. Ama hâla gitmemiş olanlar için bu tura çıkmalarını kesinlikle tavsiye ediyorum. Oraya gittiğiniz zaman hem yöresel lezzetleri tadına bakabileceksiniz hem de bol temiz havayı vücudunuza çekme imkanı elde edeceksiniz.

Ben Ağustos'ta ailemle beraber çıktığım Karadeniz gezisinden bir örnekle başlamak istiyorum. Karadeniz turuna çıktığımda o yörenin tatlarını hep merak etmişimdir. En çok yemek istediğim yemekse Trabzon'un meşhur Akçaabat köftesi ve mıhlamadır.

Bizim gittiğimiz gezide Rize'den önceki durağımız Trabzon oldu. Biz köfteyi Trabzon'un Akçaabat ilçesinde bulunan boyu 190 metre uzunluğundaki "Nihat Usta" isimli restoranda yedik. Yanında piyazı ve içeceğiyle beraber çokta güzel oldu. Köftenin sonunda şehrin meşhur tatlısı olan laz böreğini de tatma imkanı elde ettim. Ayrıca Hamsiköy'ün meşhur fırın sütlacını tattım.

Rize yöresel lezzetler olarak bambaşka bir şehirdi. Size mıhlama ile ilgili çok kısa bir şey anlatayım. Bilindiği üzere Trabzonlular ve Rizeliler arasında yıllardır devam eden mıhlama ve kuymak kavgası var. Trabzonlular kuymak diyor Rizeliler ise mıhlama. Bu bahsetmiş olduğum mesele işin haber tarafı. Lahana çorbası, turşu kavurma, mısır ekmeği ve meşhur Rize çayı kentin diğer lezzetleri arasında. Rize'de yemiş olduğum mıhlama bambaşka bir lezzetti. O kadar lezzetliydi ki sanki insanın bir tabak daha yiyesi geliyordu.

Karadeniz gezisinin son durağı olan Sinop'ta ise mantı yedim. Bu mantı meşhur Kayseri mantısından biraz daha farklı bir mantı türü. Tek avantajı üzerine ceviz serpilerek yeniliyor. Buna cevizli mantı ya da Cevizli Sinop Mantısı deniyor. Ceviz sevmeyenler için sade mantı diğer bir alternatif olabilir.

Bir diğer bahsedeceğim mutfak ise Hatay Mutfağı. Bunu ise Florya'da gittiğim "Hak Evrensel Hatay Sofrası" isimli restoranda tatma imkânı buldum. Önden içtğim çorbadan sonra meşhur tepsi kebabını yedim. Çok güzel bir tecrübe oldu benim açımdan. Hatay mutfağının tek dezavantajı ise yemeklerinin çok tuzlu olması. Ama yine de tatmaya değer.

Çok iştah açıcı bir yazı olmuştur umarım.

9 Kasım 2018 Cuma

ATATÜRK'Ü ANLAMAK

10 Kasım 1938. Bu tarihin yeri ve önemi gayet iyi anlaşılıyor ki Mustafa Kemal Atatürk'ün 57 yaşında hayata gözlerini kapadığı gündür.

Bütün millet O'nun için ağlıyor, O'nun için gözyaşı döküyor. Bu tarih 81 ilde saat 9:05'te hayatın durması demektir. 

Her ulusun tarihinde bir kahraman yatar. O kahramanların başında ise Ulu Önder Atatürk gelir. Her 10 Kasım tarihinde 5 dakikalık saygı duruşuyla O'nu kalbimize kazıyarak anıyor ve milletçe duygulanıyoruz.

Şimdi Atatürk'ün ölmeden önce yaptığı yenilikleri maddeler halinde açıklamaları ve tarihleriyle beraber özetleyeceğim;


1. Millet Mekteplerinin Açılması (1920): Arap harflerinin kaldırılması ve yeni harflerin kabul edilmesi ile birlikte halkın okuma ve yazmayı öğrenmesi için açılmış 4 ay süreli kısa kurslardır.
2. Teşkilatı Esasiye Kanunu (1921)
:  İşgal altında iken meclisten çıkarılan ve güçler birliğinin esas alındığı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasasıdır. İşgal altında bulunulmasından ve ülkenin zor döneminde çıkarıldığı için çok uzun değildir.

3. Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
: İlk anayasanın ardından daha kapsamlı bir anayasa yazılmış ve 1923’de yönetim biçimi Cumhuriyet olarak seçilerek Anayasa mecliste kabul edilerek ilan edilmiştir. 


4. Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt sürgün edilmesi (3 Mart 1924). Saltanatın kaldırılmasından ve Mehmet VI Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılmasından sonra, TBMM’nin 18 Kasım 1922’de halife seçmiş olduğu Abdülmecit Efendi, eski rejim yanlılarının tek umudu haline gelmiş, bundan güç alan Abdülmecit Efendi de, yeniden törenler düzenlemeye, demeçler vermeye bazı İslâm ülkelerinin kendisine bağlılık bildirmeleri üstüne, İslâm dünyasının önderi tavrı takınmaya başlamıştı. Bu durumun yeni kurulmuş cumhuriyet yönetimi için tehlikeli olabileceğini kavrayan Atatürk, İzmir’deki ordu tatbikatları sırasında ordu komutanlarına hilafetin kaldırılması konusunda düşüncesini açıklayıp, yasanın meclis gündemine getirilmesini kararlaştırdı. 1 Mart 1924’teki bütçe görüşmelerinde halifeye ve Osmanlı hanedanına verilecek ödenek konusunun gündeme getirilmesinden sonra, 3 Mart 1924’te kabul edilen yasayla, halifelik kaldırılıp, ilerde saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için Osmanlı hanedanı üyelerinin de yurt dışına çıkarılmaları kabul edildi.

5. Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi (1924): Farklı türden okulların kapatılarak, farklı kültür ve mekanda yetişen öğrencilerin arasında bulunan kültürel çatışmaların kaldırılması amacıyla medreseler kapatılmıştır.

6. 1924 Anayasası’nın İlan Edilmesi (20 Nisan 1924) : Eski anayasanın ihtiyaçlara cevap vermemesi sonucunda yeni Anayasa ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu sebeple tam 105 maddeden oluşan yeni anayasa yazılarak mecliste kabul edilmiştir.

7. Şeriyye Mahkemelerinin Kapatılması (1924) : Osmanlı devleti döneminde islam hukukunun işletildiği mahkemelerdir. Bu mahkemeler şeri kuralları uygulamaktaydı. 1924 yılında kapatıldı.

8. Çok Partili Siyasi Hayata Geçiş Denemeleri (1924-1930) : Çok partili ve daha demokratik sisteme geçiş amacıyla Mustafa Kemal Atatürk tarafından Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmuştur. Atatürk halkın söz sahibi olduğu bir yönetim sistemini benimsiyordu. Bu nedenle de çok partili hayata geçilmesini istedi.

9. Mecellenin Kaldırılması (1924-1937) : Osmanlı döneminde İslam hukukuna göre hazırlanan Medeni Kanundur. Atatürk tarafından Batıdan alınan bir medeni kanunun gelmesi gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle uygun görünen İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi.

10. Şapka Kanunu (25 Kasım 1925) : Yaşayış tarzı olarak uygarlığı ve çağdaşlığı destekleyen Atatürk daha çağdaş olacağı gerekçesi ile devlet memurlarının şapka takmasını zorunlu hale getiren bir yasayı meclisten geçirerek yasalaştırılmıştır. Atatürkün getirdiği yenilikler.

11. Kılık ve Kıyafette Değişiklik (1925-1934) : Ülke halkını her alanda çağdaş ve uygar düzeye çıkarabilmek için değişiklikler tasarlarken, dış görünüşüyle de bunu vurgulaması gerektiğine inanan Mustafa Kemal’in, 25 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya yaptığı bir gezide başına şapka giyip, “Buna şapka derler” diye halkı şapka giymeye özendirmesinden sonra, 25 Kasım 1925’te Şapka Giyilmesi Hakkındaki Kanun çıkarılıp, dinsel giysilerle sokakta gezilmesi yasaklandı.

12. Takvim Saat ve Ölçülerde Değişiklik (1925-1935) : Batıya uyum sağlamak ve ticarette esnafların birbiri ile uyum sağlaması ve daha kolay ölçebilmesi için ölçü birimlerinde değişiklik yapılmıştır. Örneğin Okka yerine batıda kullanılan gram ve kilogram birimleri getirilmiştir.

13. Medeni Kanunun Kabulü (1926) : Mevcut medeni kanunda erkeğin üstünlüğü vardı. Bu nedenle daha modern bir medeni kanunun gerektiğine inanan Atatürk en uygun kanunun İşviçrede olduğunu karar verdi. Mecelle kaldırılarak yerine bu medeni kanun getirildi.

14. Türk Ceza Kanunu (1926) : İtalya’dan alınarak uygulandı.

15. Türk Kadınının Medeni ve Siyasi Haklarına kavuşması (1926-1934) :
Atatürk Anadolu kadınlarının söz hakkı olduğuna inanır ve siyasette olmalarını isterdi. Bu sebeple yapılan kanunlarla kadınlara seçme seçilme hakkı verildi. Medeni kanunda yapılan değişiklikler ile de erkeklerle aynı haklara sahip oldu.


16. Harf Devrimi (1928): Öğrenilmesi son derece güç olan Arap abecesinin okuryazar sayısının artmasını engellediğini, ayrıca Türkçe sesleri dile getirmede güçsüz kaldığını anlayan Atatürk’ün, 1926’dan başlayarak yaptırdığı araştırmalar sonucunda, Türkçe’nin yapısına en uygun abece olduğuna karar verilen Latin abecesi alınıp, yeniden düzenlenerek, 1 Kasım 1928’de çıkarılan Türk Harfleri Hakkında Kanun’la yürürlüğe kondu ve Atatürk’ün kendisinin de katıldığı yaygınlaştırma çalışmaları sonucunda, kısa süre içinde benimsendi.

17. Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun (1926) 18. Medreselerin Kapatılması (1926) 19. Kabotaj Kanunu (1 Temmuz 1926) 20. Devletin Dinine İlişkin Maddenin Anayasadan Çıkartılması (1928) 21. Üniversite Reformu (1933) 22. Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934) 23. Laiklik İlkesinin Anayasaya Eklenmesi (1937) 24. Atatürk İlkeleri’nin tamamının anayasaya girmesi (5 Şubat 1937). 25. Tekkelerin, zaviyelerin ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925). 26. Efendi, Bey, Paşa gibi lakap ve unvanlarin kullanımının yasaklanması (26 Kasım 1934). 27. İslam vakıflarının devlet idaresine alınması (1924). 28. İsviçre Medeni Kodundan çevrilerek hazırlanan Medeni Kanun’un kabulü (1926). 29. İtalyan Ceza Kanunu’ndan çevrilerek hazırlanan Türk Ceza Kanunu’nun kabulü (1927).
 
Atatürk, kapkaranlık bir ülkenin üzerine doğan güneş demektir. Atatürk Cumhuriyetimizin kurucusu, medeniyetin ve özgürlüğün savunucu olmuş ve ileri görüşlülüğü sayesinde yok olmakta olan bir milleti küllerinden doğurtmayı başarabilmiştir.

Bugün sahip olduğumuz pek çok hak, yaşadığımız vatan hepsi Atatürk sayesinde elde edilmiştir. Atatürk olmasaydı ne bizim bu topraklarda yaşamamız ne de bugün Türk olarak varlık gösterebilmemiz mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Atatürk tarihin görmüş olduğu en büyük liderlerden bir tanesidir. Çünkü o yokluktan bir varlık ortaya çıkarmış, tüm dünyaya eşi benzeri görülmemiş bir zaferi ilan etmiştir.

Bugün Atatürk’ü anlamayanlar, onu sevmeyenler mevcuttur. Ancak bu kişiler unutmamalıdır ki bugün bu topraklarda Türk olarak yaşıyorsak bu Atatürk sayesindedir. O tüm inançlara, tüm vicdanlara, tüm fikirlere saygılıdır; ona saygı göstermeyen kişiler öncelikle ellerini vicdanlarına koyarak onun yaşam öyküsünden bu saygıyı öğrenmelidir.

Ölümünün 80.yıldönümünde Ülkemizin ve ulusumuzun varlığını borçlu olduğumuz  Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı,sevgi ve minnetle anıyoruz.

1 Kasım 2018 Perşembe

İcatlar Üzerine

Graham Bell, Edison ve daha niceleri. Bilim (ilim) kelime anlamıyla "evrenin, evrendeki olguların ve olayların bir bölümünü ele alıp birtakım yöntem ve deney yolları kullanarak ve gerçeğe, gerçekliğe dayanarak birtakım yasalara ulaşan bilgi yolu, düzenli ve tutarlı bilgi." anlamına gelmektedir. İcat ise daha önceden bulunmayan şeyin bir kişi tarafından bulunması demektir. Fakat bilimde öyle icatlar ortaya çıkıyor ki ağzınız açık kalıyor. Misal bunlara robotları örnek verebiliriz. Yazımın devamında vereceğim örnekleri duyunca çok şaşıracaksınız.

Fransa'daki bir pizza restoranında saatte 120 tane pizza yapabilen robot icat edildi. Bu robot sayesinde pizzanın kalbi İtalya'daki pizza ustalarının pabucu bir bakıma dama atılmış oldu. "Pazzi" adlı bu robot, 30 saniyede lezzetli pizzalar hazırlıyor. Baltık ülkelerinden Estonya'da da "Wolt" isimli 6 tekerlekli robot yemek siparişlerini insanların evlerine kadar götürüyor. Sensörler ve 9 adet kamerayla donatılan bu robot trafik kurallarına etrafındaki yayalara ve trafik ışıklarına dikkat ediyor. Yani bir nevi araba gibi düşünebilirsiniz. Ama trafik kurallarını çiğneyen sürücüleri tespit edemiyor.

ABD'nin San Francisco kentindeki bir cafede tek başına baristalık yapan robot müşterilerine kahve ikramı sunuyor. Saatte 120 kahve sunabilen robotun piyasadaki fiyatı ise 25.000 $'dan başlıyor. Japonya'nın başkenti Tokyo'da bir robot belediye başkanlığına aday koyarak “herkese fayda sağlayacak adil ve dengeli politikalar” vaat ediyor.

Bunlar bulunduğumuz yıl içerisinde olan icatlar. Neyse, biz başladığımız yere geri dönelim. Öncelikle başta belirtmiş olduğum telefonu icat eden Graham Bell'den bahsedeceğim. Graham Bell 1876 yılında telefonu icat ettiği zaman insan iletişiminde yepyeni bir çağ başladı. Bell'in buluşundan önce, bir mesajı en hızlı iletmenin yolu, Mors alfabesiyle telgraf hatlarından ulaştırmaktı. Fakat telgrafın kulanımında, insan sesinin teller aracılığıyla aktarılması imkansızdı. Kendi dönemine göre yeni bir yöntem olarak sayılan telgraftan önce, acil mesajların atlı ulaklar, duman işaretleri, güvercinler ve gemiler kullanılarak iletilmesi gerekiyordu. 1870'li yıllarda insanlar telgrafı geliştirmek için büyük efor sarfediyordu. Ama Graham Bell ipi tek başına göğüsleyerek bunu başardı. Bell hayatını hem sağırların eğitimine harcadı, hem telgrafı geliştirmeye devam etti, hem de bu sayede çok para kazandı. Yaptığı deneyler esnasında, bir odadan diğerine gerdiği telin yansıttığı ses titreşimlerini duydu. Bu zayıf sesi diğer mucitler duymuş olsa bile, bu büyük farklılığı kavrayamadıkları kesindi. Bell, insan kulağının titreşimleri güçlendirmesi konusundaki derin bilgilerinin yardımı ve tel aracılığıyla insan sesinin aktarılmasının mümkün olduğunu kavradı. Böylece, telefon doğdu. On yıl içerisinde, önce Amerika'ya daha sonra da tüm dünyaya yayıldı.

Şimdi Edison'dan söz edelim. Ama ampullerle ilgili bir bilgiye de parmak basmak lazım. İlk lamba 
M.Ö. 70.000 civarında icat edildi. Kalıntılardan anlaşıldığı üzere, yosun veya hayvansal yağ ile ıslatılmış  bir malzeme ateş ile yakılıyor ve aydınlatma sağlanıyordu. M.Ö. 7. yüzyılda Yunanlılar, el lambaları yerine terra cotta lambaları yapmaya başladılar. Lamba kelimesi, meşaleyi ifade eden Yunanca lampas kelimesinden türetilmiştir. Yani lambanın icadı ta M.Ö'ye dayanmaktadır.


İLK LAMBALAR


18. yüzyılda, lamba tasarımında büyük bir gelişme olan gaz lambaları geliştirildi. Yakıt metal bir hazne içinde yer alıyordu. Yanmanın yoğunluğunu ve dolayısıyla ışığın gücünü kontrol etmek için ayarlanabilir bir metal borusu vardı. Hem alevi korumak hem de alevi kontrol altına almak için lambalara küçük cam bacalar eklendi. İsviçreli kimyager olan Ami Argand, ilk olarak 1783 yılında içi boş  cam bir fanusa sahip dairesel fitilli bir gaz lambası kullanma esaslarını geliştirdi.

İlk aydınlatma yakıtları, zeytinyağı, balmumu, balık yağı, balina yağı, susam yağı, fındık yağı ve benzeri maddelerden oluşuyordu. Bunlar, 18. yüzyılın sonuna kadar en sık kullanılan yakıtlardı. 1859 yılında petrol sondajı başladı ve ilk olarak 1853 yılında Almanya’da tanıtılan kerosen (bir petrol türevi) lamba yaygınlaştı.

Kömür ve doğal gaz lambaları da yaygınlaştı. Kömür gazı, ilk olarak 1784 de bir aydınlatma yakıtı olarak kullanıldı. İlk lambalar böyle icat edildi. Daha sonra da gaz lambaları ortaya çıktı. Şimdi bunlardan söz edeceğim.

GAZ LAMBALARI

1792’de, William Murdoch, Cornwall’daki Redruth’taki evini aydınlatmak için kömür gazı kullandığında gaz ile aydınlatmada ilk ticari kullanım başladı. Almanyada mucit Freidrich Winzer (Winsor), 1804’te kömür gazı aydınlatmasını balaran ilk kişiydi ve 1799’da ahşaptan damıtılan bir gaz kullanarak “termolampe” nin patentini aldı.

David Melville, 1810 yılında ABD’nin ilk gaz lambası patentini aldı.

19. yüzyılın başlarında, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’daki pek çok şehrin sokakları aydınlatılmıştı. Sokaklarda gazla aydınlatması, 1930’lu yıllarda düşük basınçlı sodyum ve yüksek basınç cıva aydınlatmasının yolunu açtı ve 19. yüzyılın başında elektrikli aydınlatmanın gelişmesi evlerde gaz aydınlatmasının yerini aldı.


Elektrikli Ampuller

İngiltere’de Sir Humphrey Davy, 1801’de ilk elektrikli karbon ark lambasını icat etti.

Ark Lambaları Nasıl Çalışır? 

Bir karbon ark lambası, iki karbon çubuğun bir elektrik kaynağına bağlanarak çalışması esasına dayanır. Çubukların boşta kalan uçları doğru mesafeden aralıklarla yerleştirildiğinde, elektrik akımı nedeniyle buharlaşan karbon gazı bir yay içinden akar ve yoğun bir beyaz ışık meydana getirir.

Fransız A.E. Becquerel, 1857’de flüoresan lamba hakkında kuramsal bilgi vermiştir. Düşük basınçlı ark lambaları, alçak basınçlı gaz plazması içeren büyük bir tüp kullanır.

İlk Elektrikli Akkor Ampul

İngiltere’de Sir Joseph Swann ve Amerika’da Thomas Edison, aynı dönemlerde yani 1870’li yıllarda ilk elektrikli akkor ampulü icat ettiler.

Akkor Lambalar Nasıl Çalışır?

Elektrik akımı, ampulün içindeki filament üzerinden geçer. filamanın elektriğe karşı direnci vardır. Bu direnç, filaman ısısını yüksek bir sıcaklığa getirir. Isıtınan filament ışık yaymaya başlar.

Thomas Alva Edison‘un 1879 yılında icat ettiği ampul ticari olarak başarılı olan ilk akkor ampüldür. Edison, 1880’de akkor lamba için 223.898 ABD Patenti aldı. Akkor lambalar bugün hala evlerimizde kullanılmaktadır.

Ampul İcadı

Genel bilinenin aksine, Thomas Alva Edison ilk ampulü “icat” etmedi, ancak yaklaşık 50 yıllık bir fikri geliştirdi. Thomas Edison‘dan önce akkor ampulü patentleyen iki mucit Henry Woodward ve Matthew Evan‘dı. Kanada Ulusal Araştırma Konseyi’ne göre: “Toronto’daki Henry Woodward, Matthew Evans’la birlikte 1875’te ampulü patentledi. Ne yazık ki, iki girişimci buluşlarını ticarileştirmek için finansman sağlayamadılar.

Girişimci ve mucit Amerikalı Thomas Edison, aynı akkur flamanlu ampul için patent haklarını satın aldı. Para, Edison için büyük bir problem değildi. Ampul ve aydınlatma sistemleri için 50.000 dolarlık finasman kaynakları elde etti. Edison daha düşük elektrik tüketen, karbon filamentli ve küre şeklinde geliştirilmiş cam bir vakum kullanarak ampulü yeniden tasarladı 1879’da başarıyla sergiledi.

İlk Sokak Lambaları 

Amerika Birleşik Devletleri’nden Charles F. Brush 1879’da karbon arklı sokak lambasını icat etti.


 Gaz Deşarjı veya Buharlı Lambalar  

 Amerikalı Peter Cooper Hewitt, 1901 yılında cıva buharı lambasına patent aldı. Bu cam ampul içine cıva buharı kullanılan bir ark lambası idi. Civa buharlı lambalar floresan lambaların öncülerindendi. Yüksek basınçlı ark lambaları civa buharı gazı veya sodyum gazı kullanmaktadır.

Neon Lamba

Fransa’da Georges Claude 1911’de neon lambasını icat etti.

Tungsten Flamentli Ampuller 

Tungsten Filamentler Karbon Filamentlerinin yerini aldı. Amerikalı Irving Langmuir, 1915’te elektrikli gaz dolu bir tungsten lamba icat etti. Bu lamba, ampul içerisinde filament olarak karbon veya diğer metallerden ziyade tungsten kullanan ve zamanla standart haline gelen akkor ampul oldu. Karbon filamentli ilk lambalar hem verimsiz hem de kırılgandı, bu nedenle kısa bir süre içinde tungsten filament lambalar yaygınlaştı.

Floresan Lambalar

Friedrich Meyer, Hans Spanner ve Edmund Germer, 1927’de bir flüoresan lamba için patent aldı. Civa gazı lambası ve floresan lambalar arasındaki fark, verimliliği artırmak için flüoresan gazının ampullerin içinde kaplanmasıdır. İlk başta berilyum kaplama olarak kullanıldı ancak berilyum çok toksikti ve daha güvenli diğer floresan kimyasallarla değiştirildi.

Halojen Ampuller

1959’da Elmer Fridrich ve Emmett Wiley, geliştirilmiş bir akkor lamba türü olan tungsten halojen lamba için 2,883,571 ABD Patentini aldı. 1960’da General Electric’te mühendis olan Fredrick Moby tarafından daha iyi bir halojen lamba icat edildi. Moby’ye, standart bir ampul soketine sığabilecek tungsten halojen A-lambası için 3,243,634 sayılı ABD Patenti verilmiştir. 1970’lerin başında, General Electric araştırma mühendisleri, tungsten halojen lambaları üretmek için gelişmiş yöntemler icat ettiler.

General Electric, 1962’de “Multi Vapor Metal Halide” olarak bilinen bir ark lambasının patentini aldı.

Yani uzun lafın kısası asırlar boyunca bir sürü lamba ortaya çıktı. Anlatacaklarım bu kadar. Atatürk'ün " Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir." sözünü hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın.


Beykoz'dan Bir Tarihi Eser: Hidiv Kasrı

  Size İstanbul'un belki de gezilecek en önemli gezi noktaları arasında gösterilen bir yapıdan bahsetmek istiyorum. Beykoz ilçesine bağl...