9 Kasım 2018 Cuma

ATATÜRK'Ü ANLAMAK

10 Kasım 1938. Bu tarihin yeri ve önemi gayet iyi anlaşılıyor ki Mustafa Kemal Atatürk'ün 57 yaşında hayata gözlerini kapadığı gündür.

Bütün millet O'nun için ağlıyor, O'nun için gözyaşı döküyor. Bu tarih 81 ilde saat 9:05'te hayatın durması demektir. 

Her ulusun tarihinde bir kahraman yatar. O kahramanların başında ise Ulu Önder Atatürk gelir. Her 10 Kasım tarihinde 5 dakikalık saygı duruşuyla O'nu kalbimize kazıyarak anıyor ve milletçe duygulanıyoruz.

Şimdi Atatürk'ün ölmeden önce yaptığı yenilikleri maddeler halinde açıklamaları ve tarihleriyle beraber özetleyeceğim;


1. Millet Mekteplerinin Açılması (1920): Arap harflerinin kaldırılması ve yeni harflerin kabul edilmesi ile birlikte halkın okuma ve yazmayı öğrenmesi için açılmış 4 ay süreli kısa kurslardır.
2. Teşkilatı Esasiye Kanunu (1921)
:  İşgal altında iken meclisten çıkarılan ve güçler birliğinin esas alındığı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasasıdır. İşgal altında bulunulmasından ve ülkenin zor döneminde çıkarıldığı için çok uzun değildir.

3. Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
: İlk anayasanın ardından daha kapsamlı bir anayasa yazılmış ve 1923’de yönetim biçimi Cumhuriyet olarak seçilerek Anayasa mecliste kabul edilerek ilan edilmiştir. 


4. Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt sürgün edilmesi (3 Mart 1924). Saltanatın kaldırılmasından ve Mehmet VI Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılmasından sonra, TBMM’nin 18 Kasım 1922’de halife seçmiş olduğu Abdülmecit Efendi, eski rejim yanlılarının tek umudu haline gelmiş, bundan güç alan Abdülmecit Efendi de, yeniden törenler düzenlemeye, demeçler vermeye bazı İslâm ülkelerinin kendisine bağlılık bildirmeleri üstüne, İslâm dünyasının önderi tavrı takınmaya başlamıştı. Bu durumun yeni kurulmuş cumhuriyet yönetimi için tehlikeli olabileceğini kavrayan Atatürk, İzmir’deki ordu tatbikatları sırasında ordu komutanlarına hilafetin kaldırılması konusunda düşüncesini açıklayıp, yasanın meclis gündemine getirilmesini kararlaştırdı. 1 Mart 1924’teki bütçe görüşmelerinde halifeye ve Osmanlı hanedanına verilecek ödenek konusunun gündeme getirilmesinden sonra, 3 Mart 1924’te kabul edilen yasayla, halifelik kaldırılıp, ilerde saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için Osmanlı hanedanı üyelerinin de yurt dışına çıkarılmaları kabul edildi.

5. Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi (1924): Farklı türden okulların kapatılarak, farklı kültür ve mekanda yetişen öğrencilerin arasında bulunan kültürel çatışmaların kaldırılması amacıyla medreseler kapatılmıştır.

6. 1924 Anayasası’nın İlan Edilmesi (20 Nisan 1924) : Eski anayasanın ihtiyaçlara cevap vermemesi sonucunda yeni Anayasa ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu sebeple tam 105 maddeden oluşan yeni anayasa yazılarak mecliste kabul edilmiştir.

7. Şeriyye Mahkemelerinin Kapatılması (1924) : Osmanlı devleti döneminde islam hukukunun işletildiği mahkemelerdir. Bu mahkemeler şeri kuralları uygulamaktaydı. 1924 yılında kapatıldı.

8. Çok Partili Siyasi Hayata Geçiş Denemeleri (1924-1930) : Çok partili ve daha demokratik sisteme geçiş amacıyla Mustafa Kemal Atatürk tarafından Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmuştur. Atatürk halkın söz sahibi olduğu bir yönetim sistemini benimsiyordu. Bu nedenle de çok partili hayata geçilmesini istedi.

9. Mecellenin Kaldırılması (1924-1937) : Osmanlı döneminde İslam hukukuna göre hazırlanan Medeni Kanundur. Atatürk tarafından Batıdan alınan bir medeni kanunun gelmesi gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle uygun görünen İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi.

10. Şapka Kanunu (25 Kasım 1925) : Yaşayış tarzı olarak uygarlığı ve çağdaşlığı destekleyen Atatürk daha çağdaş olacağı gerekçesi ile devlet memurlarının şapka takmasını zorunlu hale getiren bir yasayı meclisten geçirerek yasalaştırılmıştır. Atatürkün getirdiği yenilikler.

11. Kılık ve Kıyafette Değişiklik (1925-1934) : Ülke halkını her alanda çağdaş ve uygar düzeye çıkarabilmek için değişiklikler tasarlarken, dış görünüşüyle de bunu vurgulaması gerektiğine inanan Mustafa Kemal’in, 25 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya yaptığı bir gezide başına şapka giyip, “Buna şapka derler” diye halkı şapka giymeye özendirmesinden sonra, 25 Kasım 1925’te Şapka Giyilmesi Hakkındaki Kanun çıkarılıp, dinsel giysilerle sokakta gezilmesi yasaklandı.

12. Takvim Saat ve Ölçülerde Değişiklik (1925-1935) : Batıya uyum sağlamak ve ticarette esnafların birbiri ile uyum sağlaması ve daha kolay ölçebilmesi için ölçü birimlerinde değişiklik yapılmıştır. Örneğin Okka yerine batıda kullanılan gram ve kilogram birimleri getirilmiştir.

13. Medeni Kanunun Kabulü (1926) : Mevcut medeni kanunda erkeğin üstünlüğü vardı. Bu nedenle daha modern bir medeni kanunun gerektiğine inanan Atatürk en uygun kanunun İşviçrede olduğunu karar verdi. Mecelle kaldırılarak yerine bu medeni kanun getirildi.

14. Türk Ceza Kanunu (1926) : İtalya’dan alınarak uygulandı.

15. Türk Kadınının Medeni ve Siyasi Haklarına kavuşması (1926-1934) :
Atatürk Anadolu kadınlarının söz hakkı olduğuna inanır ve siyasette olmalarını isterdi. Bu sebeple yapılan kanunlarla kadınlara seçme seçilme hakkı verildi. Medeni kanunda yapılan değişiklikler ile de erkeklerle aynı haklara sahip oldu.


16. Harf Devrimi (1928): Öğrenilmesi son derece güç olan Arap abecesinin okuryazar sayısının artmasını engellediğini, ayrıca Türkçe sesleri dile getirmede güçsüz kaldığını anlayan Atatürk’ün, 1926’dan başlayarak yaptırdığı araştırmalar sonucunda, Türkçe’nin yapısına en uygun abece olduğuna karar verilen Latin abecesi alınıp, yeniden düzenlenerek, 1 Kasım 1928’de çıkarılan Türk Harfleri Hakkında Kanun’la yürürlüğe kondu ve Atatürk’ün kendisinin de katıldığı yaygınlaştırma çalışmaları sonucunda, kısa süre içinde benimsendi.

17. Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun (1926) 18. Medreselerin Kapatılması (1926) 19. Kabotaj Kanunu (1 Temmuz 1926) 20. Devletin Dinine İlişkin Maddenin Anayasadan Çıkartılması (1928) 21. Üniversite Reformu (1933) 22. Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934) 23. Laiklik İlkesinin Anayasaya Eklenmesi (1937) 24. Atatürk İlkeleri’nin tamamının anayasaya girmesi (5 Şubat 1937). 25. Tekkelerin, zaviyelerin ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925). 26. Efendi, Bey, Paşa gibi lakap ve unvanlarin kullanımının yasaklanması (26 Kasım 1934). 27. İslam vakıflarının devlet idaresine alınması (1924). 28. İsviçre Medeni Kodundan çevrilerek hazırlanan Medeni Kanun’un kabulü (1926). 29. İtalyan Ceza Kanunu’ndan çevrilerek hazırlanan Türk Ceza Kanunu’nun kabulü (1927).
 
Atatürk, kapkaranlık bir ülkenin üzerine doğan güneş demektir. Atatürk Cumhuriyetimizin kurucusu, medeniyetin ve özgürlüğün savunucu olmuş ve ileri görüşlülüğü sayesinde yok olmakta olan bir milleti küllerinden doğurtmayı başarabilmiştir.

Bugün sahip olduğumuz pek çok hak, yaşadığımız vatan hepsi Atatürk sayesinde elde edilmiştir. Atatürk olmasaydı ne bizim bu topraklarda yaşamamız ne de bugün Türk olarak varlık gösterebilmemiz mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Atatürk tarihin görmüş olduğu en büyük liderlerden bir tanesidir. Çünkü o yokluktan bir varlık ortaya çıkarmış, tüm dünyaya eşi benzeri görülmemiş bir zaferi ilan etmiştir.

Bugün Atatürk’ü anlamayanlar, onu sevmeyenler mevcuttur. Ancak bu kişiler unutmamalıdır ki bugün bu topraklarda Türk olarak yaşıyorsak bu Atatürk sayesindedir. O tüm inançlara, tüm vicdanlara, tüm fikirlere saygılıdır; ona saygı göstermeyen kişiler öncelikle ellerini vicdanlarına koyarak onun yaşam öyküsünden bu saygıyı öğrenmelidir.

Ölümünün 80.yıldönümünde Ülkemizin ve ulusumuzun varlığını borçlu olduğumuz  Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı,sevgi ve minnetle anıyoruz.

1 Kasım 2018 Perşembe

İcatlar Üzerine

Graham Bell, Edison ve daha niceleri. Bilim (ilim) kelime anlamıyla "evrenin, evrendeki olguların ve olayların bir bölümünü ele alıp birtakım yöntem ve deney yolları kullanarak ve gerçeğe, gerçekliğe dayanarak birtakım yasalara ulaşan bilgi yolu, düzenli ve tutarlı bilgi." anlamına gelmektedir. İcat ise daha önceden bulunmayan şeyin bir kişi tarafından bulunması demektir. Fakat bilimde öyle icatlar ortaya çıkıyor ki ağzınız açık kalıyor. Misal bunlara robotları örnek verebiliriz. Yazımın devamında vereceğim örnekleri duyunca çok şaşıracaksınız.

Fransa'daki bir pizza restoranında saatte 120 tane pizza yapabilen robot icat edildi. Bu robot sayesinde pizzanın kalbi İtalya'daki pizza ustalarının pabucu bir bakıma dama atılmış oldu. "Pazzi" adlı bu robot, 30 saniyede lezzetli pizzalar hazırlıyor. Baltık ülkelerinden Estonya'da da "Wolt" isimli 6 tekerlekli robot yemek siparişlerini insanların evlerine kadar götürüyor. Sensörler ve 9 adet kamerayla donatılan bu robot trafik kurallarına etrafındaki yayalara ve trafik ışıklarına dikkat ediyor. Yani bir nevi araba gibi düşünebilirsiniz. Ama trafik kurallarını çiğneyen sürücüleri tespit edemiyor.

ABD'nin San Francisco kentindeki bir cafede tek başına baristalık yapan robot müşterilerine kahve ikramı sunuyor. Saatte 120 kahve sunabilen robotun piyasadaki fiyatı ise 25.000 $'dan başlıyor. Japonya'nın başkenti Tokyo'da bir robot belediye başkanlığına aday koyarak “herkese fayda sağlayacak adil ve dengeli politikalar” vaat ediyor.

Bunlar bulunduğumuz yıl içerisinde olan icatlar. Neyse, biz başladığımız yere geri dönelim. Öncelikle başta belirtmiş olduğum telefonu icat eden Graham Bell'den bahsedeceğim. Graham Bell 1876 yılında telefonu icat ettiği zaman insan iletişiminde yepyeni bir çağ başladı. Bell'in buluşundan önce, bir mesajı en hızlı iletmenin yolu, Mors alfabesiyle telgraf hatlarından ulaştırmaktı. Fakat telgrafın kulanımında, insan sesinin teller aracılığıyla aktarılması imkansızdı. Kendi dönemine göre yeni bir yöntem olarak sayılan telgraftan önce, acil mesajların atlı ulaklar, duman işaretleri, güvercinler ve gemiler kullanılarak iletilmesi gerekiyordu. 1870'li yıllarda insanlar telgrafı geliştirmek için büyük efor sarfediyordu. Ama Graham Bell ipi tek başına göğüsleyerek bunu başardı. Bell hayatını hem sağırların eğitimine harcadı, hem telgrafı geliştirmeye devam etti, hem de bu sayede çok para kazandı. Yaptığı deneyler esnasında, bir odadan diğerine gerdiği telin yansıttığı ses titreşimlerini duydu. Bu zayıf sesi diğer mucitler duymuş olsa bile, bu büyük farklılığı kavrayamadıkları kesindi. Bell, insan kulağının titreşimleri güçlendirmesi konusundaki derin bilgilerinin yardımı ve tel aracılığıyla insan sesinin aktarılmasının mümkün olduğunu kavradı. Böylece, telefon doğdu. On yıl içerisinde, önce Amerika'ya daha sonra da tüm dünyaya yayıldı.

Şimdi Edison'dan söz edelim. Ama ampullerle ilgili bir bilgiye de parmak basmak lazım. İlk lamba 
M.Ö. 70.000 civarında icat edildi. Kalıntılardan anlaşıldığı üzere, yosun veya hayvansal yağ ile ıslatılmış  bir malzeme ateş ile yakılıyor ve aydınlatma sağlanıyordu. M.Ö. 7. yüzyılda Yunanlılar, el lambaları yerine terra cotta lambaları yapmaya başladılar. Lamba kelimesi, meşaleyi ifade eden Yunanca lampas kelimesinden türetilmiştir. Yani lambanın icadı ta M.Ö'ye dayanmaktadır.


İLK LAMBALAR


18. yüzyılda, lamba tasarımında büyük bir gelişme olan gaz lambaları geliştirildi. Yakıt metal bir hazne içinde yer alıyordu. Yanmanın yoğunluğunu ve dolayısıyla ışığın gücünü kontrol etmek için ayarlanabilir bir metal borusu vardı. Hem alevi korumak hem de alevi kontrol altına almak için lambalara küçük cam bacalar eklendi. İsviçreli kimyager olan Ami Argand, ilk olarak 1783 yılında içi boş  cam bir fanusa sahip dairesel fitilli bir gaz lambası kullanma esaslarını geliştirdi.

İlk aydınlatma yakıtları, zeytinyağı, balmumu, balık yağı, balina yağı, susam yağı, fındık yağı ve benzeri maddelerden oluşuyordu. Bunlar, 18. yüzyılın sonuna kadar en sık kullanılan yakıtlardı. 1859 yılında petrol sondajı başladı ve ilk olarak 1853 yılında Almanya’da tanıtılan kerosen (bir petrol türevi) lamba yaygınlaştı.

Kömür ve doğal gaz lambaları da yaygınlaştı. Kömür gazı, ilk olarak 1784 de bir aydınlatma yakıtı olarak kullanıldı. İlk lambalar böyle icat edildi. Daha sonra da gaz lambaları ortaya çıktı. Şimdi bunlardan söz edeceğim.

GAZ LAMBALARI

1792’de, William Murdoch, Cornwall’daki Redruth’taki evini aydınlatmak için kömür gazı kullandığında gaz ile aydınlatmada ilk ticari kullanım başladı. Almanyada mucit Freidrich Winzer (Winsor), 1804’te kömür gazı aydınlatmasını balaran ilk kişiydi ve 1799’da ahşaptan damıtılan bir gaz kullanarak “termolampe” nin patentini aldı.

David Melville, 1810 yılında ABD’nin ilk gaz lambası patentini aldı.

19. yüzyılın başlarında, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’daki pek çok şehrin sokakları aydınlatılmıştı. Sokaklarda gazla aydınlatması, 1930’lu yıllarda düşük basınçlı sodyum ve yüksek basınç cıva aydınlatmasının yolunu açtı ve 19. yüzyılın başında elektrikli aydınlatmanın gelişmesi evlerde gaz aydınlatmasının yerini aldı.


Elektrikli Ampuller

İngiltere’de Sir Humphrey Davy, 1801’de ilk elektrikli karbon ark lambasını icat etti.

Ark Lambaları Nasıl Çalışır? 

Bir karbon ark lambası, iki karbon çubuğun bir elektrik kaynağına bağlanarak çalışması esasına dayanır. Çubukların boşta kalan uçları doğru mesafeden aralıklarla yerleştirildiğinde, elektrik akımı nedeniyle buharlaşan karbon gazı bir yay içinden akar ve yoğun bir beyaz ışık meydana getirir.

Fransız A.E. Becquerel, 1857’de flüoresan lamba hakkında kuramsal bilgi vermiştir. Düşük basınçlı ark lambaları, alçak basınçlı gaz plazması içeren büyük bir tüp kullanır.

İlk Elektrikli Akkor Ampul

İngiltere’de Sir Joseph Swann ve Amerika’da Thomas Edison, aynı dönemlerde yani 1870’li yıllarda ilk elektrikli akkor ampulü icat ettiler.

Akkor Lambalar Nasıl Çalışır?

Elektrik akımı, ampulün içindeki filament üzerinden geçer. filamanın elektriğe karşı direnci vardır. Bu direnç, filaman ısısını yüksek bir sıcaklığa getirir. Isıtınan filament ışık yaymaya başlar.

Thomas Alva Edison‘un 1879 yılında icat ettiği ampul ticari olarak başarılı olan ilk akkor ampüldür. Edison, 1880’de akkor lamba için 223.898 ABD Patenti aldı. Akkor lambalar bugün hala evlerimizde kullanılmaktadır.

Ampul İcadı

Genel bilinenin aksine, Thomas Alva Edison ilk ampulü “icat” etmedi, ancak yaklaşık 50 yıllık bir fikri geliştirdi. Thomas Edison‘dan önce akkor ampulü patentleyen iki mucit Henry Woodward ve Matthew Evan‘dı. Kanada Ulusal Araştırma Konseyi’ne göre: “Toronto’daki Henry Woodward, Matthew Evans’la birlikte 1875’te ampulü patentledi. Ne yazık ki, iki girişimci buluşlarını ticarileştirmek için finansman sağlayamadılar.

Girişimci ve mucit Amerikalı Thomas Edison, aynı akkur flamanlu ampul için patent haklarını satın aldı. Para, Edison için büyük bir problem değildi. Ampul ve aydınlatma sistemleri için 50.000 dolarlık finasman kaynakları elde etti. Edison daha düşük elektrik tüketen, karbon filamentli ve küre şeklinde geliştirilmiş cam bir vakum kullanarak ampulü yeniden tasarladı 1879’da başarıyla sergiledi.

İlk Sokak Lambaları 

Amerika Birleşik Devletleri’nden Charles F. Brush 1879’da karbon arklı sokak lambasını icat etti.


 Gaz Deşarjı veya Buharlı Lambalar  

 Amerikalı Peter Cooper Hewitt, 1901 yılında cıva buharı lambasına patent aldı. Bu cam ampul içine cıva buharı kullanılan bir ark lambası idi. Civa buharlı lambalar floresan lambaların öncülerindendi. Yüksek basınçlı ark lambaları civa buharı gazı veya sodyum gazı kullanmaktadır.

Neon Lamba

Fransa’da Georges Claude 1911’de neon lambasını icat etti.

Tungsten Flamentli Ampuller 

Tungsten Filamentler Karbon Filamentlerinin yerini aldı. Amerikalı Irving Langmuir, 1915’te elektrikli gaz dolu bir tungsten lamba icat etti. Bu lamba, ampul içerisinde filament olarak karbon veya diğer metallerden ziyade tungsten kullanan ve zamanla standart haline gelen akkor ampul oldu. Karbon filamentli ilk lambalar hem verimsiz hem de kırılgandı, bu nedenle kısa bir süre içinde tungsten filament lambalar yaygınlaştı.

Floresan Lambalar

Friedrich Meyer, Hans Spanner ve Edmund Germer, 1927’de bir flüoresan lamba için patent aldı. Civa gazı lambası ve floresan lambalar arasındaki fark, verimliliği artırmak için flüoresan gazının ampullerin içinde kaplanmasıdır. İlk başta berilyum kaplama olarak kullanıldı ancak berilyum çok toksikti ve daha güvenli diğer floresan kimyasallarla değiştirildi.

Halojen Ampuller

1959’da Elmer Fridrich ve Emmett Wiley, geliştirilmiş bir akkor lamba türü olan tungsten halojen lamba için 2,883,571 ABD Patentini aldı. 1960’da General Electric’te mühendis olan Fredrick Moby tarafından daha iyi bir halojen lamba icat edildi. Moby’ye, standart bir ampul soketine sığabilecek tungsten halojen A-lambası için 3,243,634 sayılı ABD Patenti verilmiştir. 1970’lerin başında, General Electric araştırma mühendisleri, tungsten halojen lambaları üretmek için gelişmiş yöntemler icat ettiler.

General Electric, 1962’de “Multi Vapor Metal Halide” olarak bilinen bir ark lambasının patentini aldı.

Yani uzun lafın kısası asırlar boyunca bir sürü lamba ortaya çıktı. Anlatacaklarım bu kadar. Atatürk'ün " Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir." sözünü hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın.


29 Ekim 2018 Pazartesi

Atatürk ve Cumhuriyet







Bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı. Uzun lafın kısası Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyet ilan edilmeden önceki gün (28 Ekim 1923) "Efendiler, yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz!" sözünü yerine getirdiği gündür.

Bugünkü yazımda Yunanistan'da bulunan Mustafa Kemal Atatürk'ün hayata gözlerini açtığı, yani kısaca doğduğu ev olarak da adlandırdığımız Atatürk Evi Müzesi'nden bahsedeceğim.

Müze Selanik kentinde Aya Dimitriya Mahallesi'nde Apostolu Pavlu caddesi üzerinde 75 numarada yer alıyor. Bitişiğinde Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğu'nun yer aldığı tarihi ev, bodrumu ile beraber bir avlu içerisinde yer almaktadır.

Okul kitaplarında ve televizyonlarda gördüğümüz bu tarihi ev şu anda müze olarak turistlere kapılarını açmaktadır. Atatürk 1881 yılında bu tarihi evde dünyaya gözlerini açmıştır. Bu tarihi evden kısaca size bahsetmek istiyorum.

Selanik arşivlerinden elde edinilen bilgilere göre 1870 yılından önce Rodoslu müderris Hacı Mehmed tarafından yaptırılmış olup önce İbrahim Zühdü adlı kişiye sonrasında Selanik halkından olan Abdullah Ağa ve eşi Ümmü Gülsüm'e satılmıştır. Yine kayıtlardan elde edinilen bilgilere göre ev Mustafa Kemal Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi tarafından inşa ettirilmemiş, sahiplerine kiralanmıştır.

Bir süre Selanik Evkaf katipliğinde bulunan, gümürk memurluğu yapan, 1876 yılında Selanik'teki "Asakir-i  Milliye" taburunda birinci mülazım olarak görev yapan Ali Rıza Efendi daha sonra ticaret hayatına atıldı.


Ali Rıza Efendi; Selanik'in tanınmış ailelerinden olan Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa'nın kızı Zübeyde Hanım ile 1878 yılına doğru evlenmiştir. Ali Rıza Efendi Kırmızı Hafız diye şöhret bulan babası Ahmed Efendi'nin (Subaşı) mahallesindeki evinden taşınarak şu anda müze olarak kullanılan eve taşınmıştır. O zamanlar, etrafı yüksek duvarlarla çevrili olup harem ve selamlığı olan tapu kayıtlarına göre klasik çıkartmalı bir evdi. Atatürk ise 1881 yılında bu evin ikinci katındaki sol tarafa düşen ocaklı odada dünyaya gözlerini açmıştır. Fakat Ali Rıza Efendi 1888 yılında vefat edince genç yaşında dul kalan Zübeyde Hanım oğlu Mustafa (Atatürk) kızları Naciye ve Makbule ile bu pembe evden taşınarak yanındaki daha küçük bir eve taşınmışlardır. Atatürk, babasının sağlığından dolayı kısa bir sürede devam ettiği Şemsi Efendi mahalle okuluna (mektebine) pembe evde başlamış, babası vefat ettikten sonra, önce Selanik Askeri Rüşdiyesi'ne kaydolmuşken, burdan ayrılarak 1893 yılında Selanik Askeri Rüşdiyesi'ne geçmiştir. 1896 yılında Makedonya'nın Manastır kentinde bulunan Manastır Askeri İdadisi'ne geçen Atatürk, 1899 yılında da İstanbul'daki Kara Harp Okulu'na başladıktan sonra, tatillerinde Selanik'e gelerek ailesi ve kardeşleriyle beraber bu küçük evde oturmuşlardır.

Atatürk 1902 yılında Harp Okulunu'da bitirmiş, 1905 yılı başlarında Kurmay Sınıfına başlayarak Kurmay Yüzbaşı olmuştur. Bu tarihten sonra İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği 1908 yılına kadar Atatürk vatan hizmetinde askerlik görevini yaparken, 1906 yılında Şam'da bir kaç fikir arkadaşıyla " Vatan ve Hürriyet" ismini  verdikleri gizli bir cemiyet kurmuştur. Bu cemiyeti Makedonya'da sahiplenmek isteyince bir ara gizlice Selanik'e giderek orada arkadaşları ile birlikte bu cemiyetin şubesini kurmuştur. İkinci Meşrutiyet ilan edilmeden önce (1907) Selanik'te görev yapan Atatürk ailesi ile beraber bu evde oturmuş, birçok siyasi toplantıyı bu evde yapmıştır. Ancak Trablusgarp ve Balkan Savaşlarının patlak vermesi nedeniyle Selanik'ten ayrılmak zorunda kalan Atatürk'ün bundan sonraki hayatı mücadelelerle doludur.

Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'da Selanik'te çok kalmamış, Balkan Savaşı'ndan sonra birçok Türk ailesi gibi kızı Makbule ile Selanik'ten ayrılmak zorunda kalmış, İstanbul'a gelerek Beşiktaş-Akaretler'de bulunan bir eve yerleşmiş, Milli Mücadele yıllarında ise Ankara'da bulunmuştur. Lakin Ankara'nın iklimi sağlığı için yetersiz olduğundan Zaferden sonra İzmir'e gönderilmiş 1923 yılında burada hayata gözlerini yummuştur. Balkan harbinden sonra, Selanik Yunanlıların elinde kalmış Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım ve ailesinin oturduğu ev Lozan Antlaşması hükümleri gerekçe gösterilerek Yunanistan Hükümeti'ne verilmiştir.

Cumhuriyet'in Onuncu yıl dönümü (29 Ekim 1933) dolayısıyla, Selanik Belediyesi, Türk-Yunan dostluğu ve Balkan Konferansının bir hatırası olarak, Atatürk'ün doğduğu evin çift kanatlı kapısının sağ köşesine mermer bir plaka yerleştirmiştir. Plakanın üzerinde Türkçe, Elence ve Fransızca olarak şu ibare yazılıdır;

 (Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyetinin onuncu yıldönümü münasebetiyle konulmuştur. Selanik, 29 Birinciteşrin 1933)

4 Kasım 1933 yılında aralarında Türkiye'nin Atina Elçisi ve elçilik mensupları Makedonya Genel Valisi, Selanik Belediye Başkanının ve Yunan ileri gelenlerinin bulunduğu bir tören yapılmış ve plaka bu törende yerine konulmuştur. Selanik Belediyesi evi Yunanlı sahiplerinden alarak Atatürk'e hediye edilmesini kararlaştırmış ev ancak 19 Şubat 1937'de boşaltabilmiş ve anahtarları Selanik Konsolosluğuna teslim etmiştir.

Bu olaydan sonra, Atatürk Evi, Selanik'teki Türk Konsolosluğu'nun bakımına verilmiş ve evin zemin katında sonradan açılan dükkanlar kaldırılarak eski şekline getirilmiş, sonradan sarıya boyanan ev yine pembe renkle, boyanmış, çatısı aktarılarak onarılmıştır. 1950 yılında daha geniş çapta büyük onarım gören Atatürk Evi'nin (Atatürk Müzesi) olarak tanzimi düşünülmüş ve bu konuda Dışişleri Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı çalışmalara başlamıştır. 

Atatürk Evi'nin tanzim ve teşhiri konusunda fikirlerini almak üzere milli Eğitim Bakanlığınca bazı kişilere baş vurulmuş gerekli eşya İstanbul Dolmabahçe ve Topkapı Saraylarından seçilerek Selanik'e gönderilmiştir. Böylelikle Evin bütün odaları eski şekline göre ayrı ayrı değerlendirilmiş 10 Kasım 1953 günü törenle ziyarete açılmıştır. 

Bugün Müze olarak ziyarete açık bulunan Selanik'teki Atatürk Evi, Selanik Başkonsolosluğumuzun da bulunduğu etrafı duvar parmaklıklarla çevrili bir bahçenin ana caddeye bakan köşesi üzerindedir. Ev üzeri tuğla çatılı, çıkartmalı, eski Türk evleri tipinde ve zemini ile birlikte üç katlıdır. Zemin kat üzerindeki birinci ve ikinci katlar dikdörtgen şeklinde kafesli pencerelerden ışık almaktadır. Eve caddeye açılan çift kanatlı kapısından girilir. 

Zemin Kat: Kapıdan tuğla döşemeli bir hole girilir. Sağdaki birinci oda, kiler, ikincisi mutfaktır. Kilerde mutfak eşyaları (Bakır kaplar, toprak testiler, çömlekler, balta, havan ve küpler, sandıklar) teşhir edilmektedir. Mutfakta dolap ve raflar vardır. Soldaki birinci oda (Hizmetçi odası), ikinci oda (Merdivenli Sofa) dır. Buradan birinci kata çıkılır. 

Birinci Kat: Buraya bahçedeki çıkartma taş merdivenle girildiği gibi zemin kattaki merdivenli Sofadan da girilmektedir. Girişte ahşap tavanlı geniş sofa vardır. Sofanın bahçeye bakan atlas perdeli üç penceresi önünde yastık ve işlemeli yaygılarla döşenmiş bir sediri bulunmaktadır. Sofanın orasında yuvarlak ahşap bir masa durmaktadır. Sofanın bahçe girişinde, sağda (Misafir odası) ve bu odadan geçilen küçük bir (Sandık odası) bulunmaktadır. Misafir odası, kadife koltuk ve kanepeler, atlas perde, aynalı komodin, bakır mangal ve sehpalarla döşenmiştir. Duvarda ibrişim işleme bir yazı levhası, bir duvar saati asılıdır. 

Soldaki birinci küçük oda (mutfak) tır. Burada ocaklar ve çeşitli mutfak eşyaları yer almaktadır. İkinci oda Yatak odasıdır. Odanın bir köşesinde , çift kişilik demir bir karyola bulunmaktadır. Yatağın baş uçundaki duvarda, gümüş kılaptanlı, kırmızı atlas cüz kasesi içerisinde bir Kur'an-ı Kerim ve bir levha asılı, Levhada Fetih Süresinin ilk ayeti olan (inna fetehnaleke fethan mübina) yazılı. Karyolanın önünde pirinç bir mangal, caddeye, bakan atlas perdeli pencereler boyunca da döşenmiş bir sedir bulunmaktadır. 

İkinci Kat: Birinci katın sandık odası bitişiğindeki merdivenli sofadan ikinci kata çıkılır. Buradaki sedirli sofa da birinci kat sofasının aynı olup yalnız daha küçüktür. Girişte sağdaki alçı işleme tavanlı oda (çalışma odası) olarak yarılmıştır. Atatürk'ün doğduğu bu odada, Atatürk'ün tunç bir büstü ile, bir yazı masası, pirinç mangal, koltuklar yer almaktadır. Duvarlarda Atatürk'le ilgili levha ve tabaklar asılıdır. Sağdaki (Yatak odası) Atatürk Müzesi haline getirilmiştir. Vitrinlerde Atatürk'ün kullandığı elbiseler ve şahsi eşyaları görülür. Atatürk'ün hayatına ait fotoğraflarla, okul çağlarına ait belgeler sıralanmış, bir de küçük Atatürk kitaplığı kurulmuştur. Yatak odasının bitişiğinde tahta parmaklıklı bir teras mevcuttur. 

Selanik'teki Atatürk Evi'nin son onarımı, düzenleme ve sergilemesi 1981 yılında yapılmıştır. 

Ben size bu tarihi yapıyla ilgili kendi düşüncelerimden bahsedeyim. Burayı hep televizyonda ve okul kitaplarında görüyordum. Bu hayalim 2017 yılının Mayıs ayında gittiğim Balkan turu ile gerçeğe dönüştü. Kavala'da aldığımız kahvaltıdan sonra ikinci durak olan Selanik kentindeki Atatürk Evi Müzesi'ne gittim. Oraya gittiğimde ne göreyim iğne atsanız yere düşmüyor denecek boyutta bir kalabalık. 19 Mayıs olması dolayısıyla müze önünde hınca hınç bir kalabalık vardı. Bizi içeriye tek tek aldılar. İçeri girer girmez insanın tüyleri diken diken oluyor. Yani duygulanmamak elde değil, insanın gözleri doluyor adeta. Bende bu duyguyu yaşayanlardanım. Anlatılmaz yaşanır derler ya hani benimki de o misal. Buradan çıkardığımız ders ise Atatürk'ü kaybetsek bile hala kalbimizde olduğunu anlayabilmemizdir. Bende bunu gerçeğe dönüştürerek Atatürk'ü çok sevdiğimi dile getirmiş oldum. Yunanistan seyahatine giderseniz mutlaka burayı görün. Bu arada bir dipnot: Yunanistan'a girebilmek için Schengen Vizesi çıkartmanız gerekmektedir.

28 Ekim 2018 Pazar

Kaunos







Likya turuna gidenler iyi bilir. Burası Muğla'nın Dalyan beldesinde bulunan turistik Kaunos Kaya Mezarları. Uzaktan görmeniz daha iyi olacaktır, çünkü denizden yüksekte olduğu için çıkılması bayağı zordur.

Kaunos Kaya Mezarları tanıtım filmlerinde sıkça gördüğümüz yerlerden birtanesidir. Kaya mezarları Dalyan'a kara ya da deniz yoluyla gelen misafirleri tarihin derinliklerine doğru uzun soluklu bir yolculuğa götürüyor.

Kaunos Kral Mezarlarının Büyük İskender ya da Perslerin istila etmesi nedeniyle tamamlandığı tahminler arasında yer alıyor. Yani nedeni tam olarak bilinmiyor.

Size şimdi Kaunos'tan bahsedeceğim. Denizden tam 152 metre yüksekte bulunan bu antik kent akropolisin eteklerinden başlayarak sur duvarları, stoa, agora, çeşme, hamam, tiyatro ve tapınak kalıntıları ile aşağı doğru uzanmaktadır.

"Kaunos'lular kimdir?" diye sorabilirsiniz belki. Merak edenler için önce bundan bahsedeyim. Kaunos antik kenti ilk olarak 1840 yılında İngiliz arkeolog Hoskyn tarafından keşfedilmiştir. Bu antk kentte "Kaunos Halkı Ve Meclisi" ibaresi bulunan yazılı bir blog bulurlar ve buranın kısa sürede "Kaunos Antik Kenti" olduğu ortaya çıkar.

Yazılı belgelerde ise, Kaunos adının ilk defa Pers Savaşları sırasında (İÖ 546) geçtiği tahmin ediliyor. İlk ve Orta Çağ'ı kapsayan: Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde yerleşim yeri olan bu antik kent daha sonra terk edilmiştir.

MÖ 4.yy'da yapılmış, kayalara oyulmuş, Kral Mezarları'yla öne çıkan antik kentin içerisinde 167 adet kaya mezarı bulunmaktadır. Tapınak cepheli olan mezarlar bugün Kaunos'un simgelerinden biri haline gelmiştir. Bu mezarları diğer antik kentlerden ayıran özellik ise Hellen Tapınağı cephe mimarisini taşıyan özellkleridir. Bu tip bir mimari Urartu, Frig ve Likya bölgelerinde görülmemiştir. Sert özelliklere sahip bu kayalar akıllara "nasıl?" sorusunu sordurtacak biçimde ince ince işlenmiştir. 

Bazılarında ise birden çok mezar yeri ve sunak mevcut. Kim bilebilir, belki de Kaunoslular krallarını aileleriyle birlikte gömüyorlardı. Mezarların dışında dağlar ayrıca mezarlardan ayrılacak şekilde oyulmuş.

5000 kişilik kapasiteye sahip tiyatrosu kentin en önemli yapıları arasındadır.

Tarih boyunca farklı yönetimlerin altına giren Kaunos'a her gelen izlerini buraya bırakmıştır. Kuzeybatısını çevreleyen surlar Helenistik döneme aittir. Surun kuzey kısmı Mausolos tarafından yapılmış ve limana doğru olanlar Arkaik Devri'ne ait olmuştur.

 Bağımsız bir devlet olan Kaunos ayrıca kendi isminde bir para da bastırmıştır. Kaunos'a Sarıgerme beldesi ve Köyceğiz ilçesi civarındaki pek çok antik kent de bağlıdır.

Geç Antik Dönem'den başlayarak Orta Çağ'ın içlerine kadar Doğu Roma ve Likya Kilisesi Eyaletlerine bağlı kalmıştır. Kent iki Bişof ile temsil edilmekteymiş: Kalkedon Konsül Belgeleri ve Epiphanieus, bir Basilileos ve bir Antipatros'tan Kaunosluların bişofu olarak bahsediliyor. Bu dönemle beraber kent artık "Kaunos-Hagia" adlı iki isimle anılmakta.

"Senin bu yer hakkındaki düşüncelerin nedir?" diye soracak olursanız çok etkilendim ve çok hayran kaldım. Burayı görerek tam 3000 yıl öncesine dayanan uzun bir yolculuğa çıktım. Kendimi adeta tarihin farklı sayfalarındaymışım gibi hissettim. Hala gitmediyseniz görmenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

Beykoz'dan Bir Tarihi Eser: Hidiv Kasrı

  Size İstanbul'un belki de gezilecek en önemli gezi noktaları arasında gösterilen bir yapıdan bahsetmek istiyorum. Beykoz ilçesine bağl...